Gülpembe...

Barış Manço'nun eserlerini, nasıl değerlendirildiklerini ve sanatsal tüm çalışmalarını tartışabileceğiniz forum.

Moderatörler: barışhayranı, Mod

barışmançokolik
Profesyonel
Profesyonel
Mesajlar: 260
Kayıt: Pzr Haz 10, 2007 13:05 pm
Konum: bursa
İletişim:

Gülpembe...

Mesajgönderen barışmançokolik » Pzr Tem 11, 2010 13:33 pm

Dilerseniz Gülpembe'yi Dinleyerek Okuyun

Yine uzun bir ders gününün ardından okuldan çıkıp arabaya yürümüştü. Adımları ağır ağırdı. Sanki günün bütün yorgunluğu omuzlarında bir yük halindeydi. Belki bedenî bir yorgunluğu yoktu. Zihnî yorgunluğun da üstesinden gelebilirdi. Ama o, daima kalbî inkisar ve mahcûbiyetlerin ağında kıvrım kıvrımdı. Zira, İmam-ı Şa'rânî "Bînamaz bir insanın yanında beş dakika otursam kırk gün namazımdan lezzet alamam." der. O, sadece bînamaz değil, Allah ve O'nun Resulü'nü tanıma bahtiyarlığına erememiş insanlarla da her gün beraberdi. Ve o her lahza, benliğine sinen Sevgili'nin kokusundan mahrum olacağı korkusuyla tir tir titriyordu.

Arabaya binip huzur bulduğu atmosfere, kader birliği yaptığı arkadaşlarının yanına doğru yola çıktı. Eli gayr-i ihtiyari kaset kutusuna gitmişti. Teybin sesini de hafif açtı. Hava bulutlu idi. Sema ağlamaya yüz tutmuştu. Birden, kasetten gelen musiki sesiyle irkildi. İhtimal, kaseti arabaya misafir olanlardan biri bırakmıştı. Çünkü iyi bildiği ama hiç beklemediği sözler duyuyordu. Biraz kulak verdi. Az dinledi. Çoktan gözleri buğu buğu olmuştu. Semadan önce de, domur domur yaş dökmeye durmuştu.

Barış Manço, Gülpembe'yi söylüyordu. Her ne kadar o, şarkıda babaannesini kastetse de, yıllarca birçok aşık Gülpembe'ye bir başka mana yüklemiş ve onun satırlarında, asırlara meydan okuyan sevgilerinin ifadesini bulmuşlardı.

Sen gülünce güller açar Gülpembe,
Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik.
Sen gelince bahar gelir Gülpembe,
Dereler seni çağlar, sevinirdik.

O, bu sözleri dinlerken sema da, hem şarkıya hem de onun yanaklarından süzülen yaşlara dem tutmaya başlamıştı. Sanki her damla, ölmesinden korktuğu kalbine ab-ı hayat olmaya koşuyordu. Dinliyor, ağlıyor, karanlık odalarda herkesten uzak, sevgiliye aşk mısraları dizdiği anları hatırlıyor ve hayalini on dört asır öncesinde gezdiriyordu.

Asırlar boyu inananların Gülpembe'si, Hz. Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) olmuştu. O gülünce hepsinin yüzünde tebessüm belirirdi. O, ashabının arasına katılınca etraftaki karlar-buzlar erir, kar çiçekleri zuhur ederdi. Dağ-taş, ova-oba hep o Sevgili'den nameler fısıldardı. O'nun olduğu iklimler, cennet yamaçlarını kıskandıracak kadar bahar renkleriyle dolar ve etrafındakiler de o renklerle boyanırlardı.

Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin,
İnanamadık Gülpembe.
Bizim iller sessiz, bizim iller sensiz,
Olamadı Gülpembe.

O Sevgili, kendi mahbubunu arzu edip "İlâ refîki'l-a'lâ" deyince, arkadakileri de adeta hazan vurmuştu. Güz yağmurları, ilk defa o kadar soğuk ve kavurucuydu. Sadece Hz. Ömer değil, kimse inanamamıştı o gidişe. Enesler, aylarca O'nu -hiç olmazsa öyle teselli bulmak için- rüyalarına misafir etmişlerdi. O'nun dolaştığı yerler, O'ndan kalan hatıralar, her köşede bin vâh'a ve gözyaşına sebebti. O'nun köyü sessiz, -sadece O'nun köyü mü- bütün dünya lâl kesilmiş ve kimsesizdi. O illeri ıssız bulan Bilaller, hatıralardan kaçarcasına Şam yollarını tutuyorlardı.

Dudağımda son bir türkü Gülpembe,
Hala hep seni söyler, seni çağırır.
Gözlerimde son bir umut Gülpembe,
Hala hep seni arar, seni bekler.

Bu son sözlerle, ağlaması hıçkırığa dönüşmüştü. Bu hıçkırıklar, sadece on dört asır önceki bir irtihal, öteye göç için değildi. Bu gidiş, asırlarca ağlanmaya değecek bir göç olsa da, o, bir zamanlar yakaladığı Sevgili'nin kokusunu kaçırma korkusu, O'na ayırdığı kalbe, başka şeylerin girebileceği endişesiyle ağlıyordu.. ağlıyor ve artık iyice ağırlaşan başını direksiyona bırakıp iç çekmelerle boğuşurken "Gülpembe, bir bülbülün olup bin dil ile seni şakıyamayacaksam, ne kıymeti var birkaç yabancı dil öğrenmenin.. gönlümü, dilimin önüne geçirip onu seninle dolduramayacaksam, ne manası var çekilen bunca çilenin. Ne olur Gülpembe, eğer seninle ve hatıralarınla doyamayacaksam, sıyrılsın şu can kafesi bedenimden. Eğer senin gül kokunu her tarafa yayamayacaksam, -şefaat et de- bitsin bu dünya zindanım hemen."

Tekrar yola koyulduğunda sevgiyi, aşkı, kalbi düşünüyordu: Aşıklar hep sevgilileriyle beraberdir. Mekan, zaman onların bu beraberliğine mani olamaz. Hatta onlar, milyonlar arasında bile yalnızdırlar, bu yalnızlıklarını sadece O'nunla giderirler. Kesrette vahdeti yakalamışlardır. Ayaklarının biri, yetmiş-iki millet içinde de olsa, diğerini Sevgili'nin kapısına bağlamışlardır. Hep O'nu söyler, O'nu duyar, O'nu dinler ve O'nu anarlar. Bu sevgilerini de, bazen "su" ile dile getirir.. bazen "yağmur" der, semayla beraber ağlayarak ve rahmet damlalarını intizar ederek ifade eder.. bazen "rüzgar" a aşk bestelerini yükleyip "Medine'nin Gülü" ne gönderirler.. bir başka zaman da "Sen" diye diye inler ve Sevgili'nin olmadığı cennetleri çöl kabul ederler. Aşıklara göre, O'nun olmadığı yerler ıssız, O'nun adının geçmediği sözler de bereketsizdir.

Kaldığı yere, yuvadan daha sıcak mekana vardığında gözleri kıpkırmızı ve yanakları da al aldı. Saklamalıydı bu halini. Herkesle beraber yemeğe oturdu. Ama yemek yerine hicran yiyor, su yerine hasret içiyordu. "(Habibim) Sen onların aralarında (cismen ve dahi manen) bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz. Ve onlar istiğfar ederlerken, mağfiret dilerlerken de Allah onlara azab edecek değildir."(Enfal 8,33) mealindeki ayeti mırıldanırken bu aşıklardan biri olamadığı düşüncesiyle mahcup, inkisar içinde ve başı hala öndeydi. Ama neyse ki onun, her şeye rağmen dudağında son bir türküsü vardı.

Osman Şimşek